O evde yaşardı; yürekten, asil, derin bir huzurun içinde.
Babaannesi…
Yüz hatlarıyla Yaşar Kemal’in romanlarından çıkmış bir Anadolu kadınıydı sanki.
Yılların cefası cemalinde iz bırakmış, gözleri dağların heybetini taşıyordu.
Anaerkil bir düzenin sarsılmaz direği gibiydi; sözü kanun, sevgisi keskin bir bıçak gibi adildi.
Ailenin üzerinde tartışılmaz otoritesi vardı; bu otorite, onun kişiliğinde mekân bulmuş, karakterinin haritasına işlemişti.
Karer Yaylası’nın bol oksijenli doğasından, Karer Baba Dağı’nın eteklerinden kopup babasının memuriyeti dolayısıyla Bingöl’e yerleşmişlerdi.
Çocukluğu, derenin kıyısında, taş duvarların serinliğinde ve kavgalarla yoğrulan mahallesinin kesme taşlı sokaklarında geçmişti.
Yeşilyurt Mahallesi’nde…
Lakabıyla "Kıbrıs Mahallesi" denirdi.
Kıvrak zekâsı, keskin mizahı ve bir çocuğun saf öfkesiyle harmanlanarak verilen bir isimdi .
Damarına basıldığında kelimeleri zehir gibi akardı dilinden, fakat öfkesi, mum alevi gibi bir anda parlar, bir anda sönerdi.
Okuduklarını unutmayan, herhangi bir sayfadaki noktayı bile ezberinde tutan, dâhi denilebilecek bir hafızası vardı.
Hayat, ona gülüşünün reklam arasını çok erken gösterdi.
Azmiyle girdiği Adalet Lisesi’ni başarıyla bitirip memur oldu.
Gayretliydi, dürüsttü, çalışkandı.
Üç katlı evin en üst katında, elindeki beş taşı art arda havaya fırlatır, beşincisiyle ışık hızına ulaşacağını iddia ederdi.
Evreni bile oyunlarına ortak edecek kadar hayâlleri vardı.
Sonra üniversite…
Başarıyla bitirdi, mühendis oldu.
Ama hayatın o kısa “reklam arası” orada sona erdi.
Kardeşinin ölümüyle zamanın akarı kesildi.
Acı, onun iç dünyasına doğru bir uçurum kazıdı.
Paylaşılmayan her keder, yüreğini biraz daha acıttı.
Bir sonraki gün, hep bir öncekini aratır oldu.
Bir vakitler parlayan, karizmatik, pırlanta gibi bir gençti.
Ansızın bir sabah, içindeki ışık sanki bir perde arkasına gizlendi.
Yalnızlığın ağır paltosunu giydi ve konuşmayı bıraktı.
Kelimeler susunca, iç sesi konuşmaya başladı.
Zamanın, mekânın hükmü kalmadı.
Kendi içine döndü; kendisiyle konuştu, kendisiyle güldü.
Etrafındaki dünya anlamını yitirirken, o, içindeki evrene sığındı.
Duymuyordu.
Görmüyordu.
Konuşmuyordu.
Gülüyordu.
Bir şeyin onu hâlâ yaşama bağladığı o incecik gülümseyişle…
Yalnızlık, onu kendi kollarıyla sarıyordu.
İlgisizlik, bir sis gibi çökmüştü üzerine.
Kendince bir terapi, kendi icadı bir tedavi yöntemiyle yıllar birbirinin ardına dizildi.
Zaman geçti; tohumlar fidan oldu, fidanlar ağaç…
Ama o hep orada kaldı.
Hiçbir ilaç, hiçbir söz, hiçbir dua, onu o içsel durgunluktan alıp götüremedi.
O, kaldığı yerin gölgesinde, akan zamanın bir yerinde dondu.
Yüreği, bir dağ gibi yorgundu.
Hüzün, damarlarında dolaşan bir kan gibiydi.
Ve sevenleri…
Elleri kolları bağlı, uzaktan gözyaşları ile bakakaldılar ona.
O, artık kendi içinin derinliklerinde, zamansız bir sonsuzluğun kıyısında yaşamayı seçmişti.
Ve orada kaldı…
Hep orada.