Yıl 1993.
Bingöl Merkez Emtağ köyünden Bingöl Merkez’e taşındığımız yıldı.
İlkokulu köyde bitirmiş, ortaokulu şehirde okumanın hayalini kuruyordum.
Ailem şehre taşınma telaşı içerisinde koştururken ben köyün içinden geçen derenin yanında bulunan devasa ceviz ağaçlarının altında oyun oynuyordum.
Yetenekli olan çocukların bolca ceviz kazandığı bir oyun.
Toprak zemine çakılan çubuğun üzerine taş yerleştirilerek belli bir mesafede çizilen çizginin ardından attığımız cevizlerle taşı düşürmeye çalışırdık.
Taşı ilk düşüren oyuncu, çubuğun başına geçip oturur, diğerleri ceviz atarak yeniden taşı düşürmeye çalışırdı. Taş düşene kadar atılan cevizler, çubuğun başında bekleyen oyuncunun olacaktı. Oyun böylece bir döngü halinde ilerler, atılan cevizler kalmayıncaya kadar devam ederdi.
Tamda böyle bir oyunun ortasında, üzerime atılan cevizleri toplarken kulağımın arkasında bir ses yankılandı: annen çağırıyor, sizi şehre götürecek kamyon gelmiş. Tabi bunu Zazaki söylüyor.
Cevizler mi daha önemliydi, şehre gelmek mi?
Oyunu yarıda bırakıp kaçmanın, erkekliğe sığan bir davranış olup olmadığını önemsemeden o vakte kadar kucağıma doluşan cevizleri avuçlayarak eve doğru koşmaya başladım.
Eve vardığımda, eşyalarımızın kamyona yüklenmeye başlandığını gördüm. Ben de ufak eşyalarda yardım ederek yükleme işini tamamladık ve Bingöl’e doğru yola çıktık.
Şehre vardığımızda evimiz küçük bir bahçenin içerisinde mini bir saray yavrusu gibi göründü gözüme. 12 yaşında bir çocuk, yeni bir ev, yeni bir yaşama aralanan demir kapı.
Güzel hayallerle geldiğim şehir, sonraki dönemlerde çocukluğumun kabusu olacaktı.
İlkokulu köyde bitirmiş, ortaokulu şehirde okumanın heyecanını yaşarken, babam beni zorla Kur’an Kursu’na yazdırdı. Yenimahalle’de bulunan Kur’an Kursunda dini eğitim alacak Kur’an-ı Kerim’i tecvitli bir şekilde okumayı öğrenecektim.
Her gün sabahın erken saatlerinde Kültür Mahallesinden Yenimahalle’nin yolunu tutardım. Yazın en sıcağında, kışın en soğuğunda.
Kur’an Kursunda Ercan hoca diye biri vardı, kursta yöneticiydi. Görünürde yöneticiydi ama gerçekte dayakçı, işkenceci zalimin tekiydi.
Sabah erkenden gider, bir gün öncen verilen ödevi ezberlemeye çalışır, zalim Ercan'ın gelmesini beklerdik. Bazen beklemekle kalmaz, o gelene kadar güreş tutar, çocukluğumuzu yaşardık. Pencereden Ercan’ın geldiğini görünce çocukluk biter, çıt çıkmadan herkes dersinin başına koşar, Ercan’ın içeri girmesini beklerdi.
Ercan içeri girdiğinde herkes ayağa kalkar, ‘otur’ komutuyla otururduk. Sırasıyla bir gün önceden verilen ödevler okunur, en küçük bir yanlışta dayak, dayaktan çok işkence başlardı.
Ercan şimdi nerededir, ne yapıyordur bilmiyorum. Belki de bir çukurda vicdan muhasebesi yapıyordur. Vicdanı varsa tabi.
Kur’an Kursunda bizlere, Arapça Kur’an-ı Kerim okumayı öğrettiler ama Kur’an’ın ne anlattığını anlatmadılar. Namazın nasıl kılınacağını, orucun nasıl tutulması gerektiğini anlattılar ama zulmü, merhameti, sömürüyü, adaleti, adaletsizliği, kul hakkını, şirki anlatmadılar.
Gelinen noktada, Kuran-ı Kerim’i defalarca hatim etmiş, birçok suresini ezbere bilen ama ne dediğini anlamayan tek tip insanlara dönüştürüldük. Hangimizin sesi daha güzel, hangimiz daha düzgün okuyoruz yarışmalarına sokulduk ama Kur’an-ı Kerimi daha iyi anlama, daha iyi yaşama yarışmalarına hiç şahit olmadık.
Kur’an-ı Kerim’in Arapçasını güzel okuyor, abdestsiz el sürmüyor, tavana yakın noktaya çaktığımız çiviye asıyoruz ama ne dediğini anlamıyoruz. Sonra ne yapıyor, bize Kur’an’da nelerin yazdığını anlatsın diye hocaların, cemaatlerin peşine takılıyoruz. Onlar çocuklarını yurt dışında okutup, lüks villalarda yaşayıp, lüks arabalara binerken, biz, bize reva görülen cehaletimizle onların lüks yaşamına para yetiştirmek için biat etmekten geri durmuyoruz.
Ne diyelim, Allah her insana şuurlu olmayı, bol bol okumayı ve okuduğunu anlamayı nasip etsin.
Sizce hangisi önemli?
Okumak mı, anlamak mı?
Yaşamak mı?
Ömer ŞANLI