Tarih yaprakları, 26 Aralık 1873’ü gösteriyordu. İstanbul, Fatih’te Sarıgül’de dünyaya gözlerini açıyor geleceğin unutulmaz şairi M. Akif. Aile ortamı ilim, irfan, dini yaşantı ile yoğrulmuştur ve bu vasıflar onun kişiliğini ve kimliğini şekillendirmede etkili olur. “Çocukluğumda evet, bahtiyar idim cidden./ Harim-i ailemin farkı yoktu cennetten.” hisli esintisi, bilincinde yer edinir ve karakterinin oluşmasında güçlü bir hal alır yıllar sonra. Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle ve müspet ilimli mektep, Akif’in yetişmesinde anlam ifade eden önemli hususlar olur. Her birinin fikrini inşada ve moral dünyasının mimarında ayrı bir katkısı olur.
Akif, fikrin çilesini çeker. Okur, araştırır, düşünür. Dini ilimlerle fenni ilimleri inşa-i fikrinde mezceder. Sağlıklı ve üretken bir zihin yapısına sahip olur.
Birinci dünya savaşı sonucunda sömürge güçleri tarafından ordularımız dağıtılır. Güzel coğrafyası ve konumuyla düşmanın iştahını kabartan vatanımız, savunmasız hale getirilerek fiilen işgale uğrar. Üst üste yapılan savaşlar, vatan toprağını yorgun düşürmüş, vatan evlatlarına şehâdet şerbetini içirmiş, güç ve imkânları tüketmiştir. Bu hallerde M. Akif, maneviyattan güç aldığımızda başaramayacağımız bir durumun olamayacağını bütün zerreleriyle haykırmaya başlayacaktır. Akif milletiyle, devletiyle bağımsız bir vatanda yaşamak ister. Ülkenin ufuklarını bu fikirlerin gür nidasıyla donatır. Bağımsız, kendine yeten ve ilerleme hamlelerini gerçekleştiren güçlü bir vatanın hülyalarını kurar Akif. Fakat zayıf bırakılmış vatan toprağı, emperyalizmin hedefi olur ve istilacı güçlerin işgaline uğrar. Vatanı; genci-yaşlısı, kadını-erkeği, çocuğu-yetişkini meşakkatli koşullar altında ve maddi imkansızlıklar içinde savunur. Bir karış toprağı vermemek için var gücüyle mücadele verirler. Akif, bu koşullarda milletimize cesaret vermek, duygularını harekete geçirmek, vatan sevgisini diri tutmak, iman gücü duygusunu ve umudunu taze tutmak amacıyla Anadolu’yu karış karış dolaşır. Güçlü belağatıyla vaazlar verir, hutbeler okur, etkili ve epik konuşmalar yapar. Halkı, haklı davasının etrafında birleştirmeye çalışır. Bağımsızlık savaşının ve özgür yaşamın önemini etkili bir şekilde harekete geçirmeye çalışır.
Bir dava adamı olan M. Akif, yorulmak nedir bilmez. Basın dünyasında bir dergide başmuharrir, ilim sınıfında bir üniversitede müderris, dini vecibe alanında bir cami kürsüsünde vaiz, halkın önderi konumunda bir mahalle kahvesinde ahaliyi bilinçlendiren mücadele adamı olarak ülkenin gür sesi olur. Şubat 1920’de Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde halkı birliğe, beraberliğe davet eden vaazlar verir. Halkı bir gaye etrafında cem’ etmeye çalışır. Kasım 1920’de Kastamonu’da Nasrullah Camii’nde millete hitap eder, etkili ve duygulu bir vaaz verir, milleti beraberlikte kenetlemeye yönlendirir. Cephede, milli mücadeleyi teşvik konuşmaları yapar. Askerin moralini yüksek tutmaya gayret eder. Vatanı ve milleti korumanın ve kurtarmanın yüce değerinden bahsederek bu görevin kudsiyetini anlatır orduya.
Milletimizin manevi duygularını canlı tutacak, hamiyetini perçinleyecek, kahramanlığını, bağımsızlığını, özgürlüğünü gür sâdâyla cihana haykıracak bir marşa ihtiyaç duyulur. Kahramanlık marşları hep olagelen milletimiz, bu marşlarla moral bulmuş ve haklı olduğu gayeye kanalize olarak bu sayede bir vücutta kenetleme ruhu yakalamıştır.
Kurtuluş savaşının bütün azametiyle devam ettiği günlerde Maarif Vekilliğine (Milli Eğitim Bakanlığı), bağımsızlığın sembolü olan, mücadeleyi, azmi, gururu, onuru, zaferi, özgürlüğü ve imanı anlatacak milli bir marşın yazılması için verilen teklif kabul edilir. 7 Kasım 1920’de bir şiir müsabakası düzenlenir. Müsabakaya 724 şiir katılır. Hisli, vatan ve milletin aşığı olan Akif, “Vatanın kahramanlığı parayla övülmez” diyerek yarışmaya katılmaz. Müsabakaya gönderilen şiirlerin hiçbiri “milli marş” olma yeterliliğine sahip değildir.
Akif’e bir davet gelir. Ödül konusu da onun arzusu istikametinde halledilir. Sevdiği milletinin hislerine tercüman olmak gayesinde olan Akif, “Marşı” kaleme almak için çalışmaya başlar. Zamanını, halkın ortak duygularını yansıtacak bir şiir yazmakla geçirir. Milletin aynası olan bir şiir ortaya çıkmalıydı onun fikir telakkisinde. Akif, Taceddin dergahında milli marşımızı yazarken kendi gibi bu dergahta ikamet eden Konya Millet Vekili Hafız Bekir Efendi: “Üstat bir gece aniden uyanır. Kağıt arar, bulamayınca yanındaki duvara marşın ‘Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım!…’ mısrası ile başlayan kıt’asını yazar. Ben, sabah namazına kalktığımda üstadı çakısıyla duvardaki yazısını kazırken gördüm.” der. Koşulların getirdiği imkansızlar, yokluklar bahane olmaz Akif için ve Akif yılmayarak yüreğiyle, benliğiyle bu marşı vücuda getirmeye çalışır. Derin bir tefekkürün ve sancılı saatlerin ürünü olan şiir, “kahraman ordumuza” armağan edilerek 20 Şubat 1921’de “Sebilurreşat”ta, 21 Şubat 1921’de de Kastamonu’da neşredilen “Açıksöz” gazetesinde yayımlanır. Şiir duygulara tercümandır, hislidir, coşkuludur. 26 Şubat 1921’de Meclis görüşmelerine taşınır. Yapılan değerlendirmeler sonucunda Akif’in şiiri, 12 Mart 1921 tarihinde TBMM’de “İstiklâl Marşı” olarak kabul edilir. “Kahraman Ordumuza” yürekli sesleniş ile şiir, Mecliste ayakta defalarca, alkışlar eşliğinde ve coşkusu yoğun duygular arasında okunur, büyük oy çokluğuyla “Milli Marş” olmasına karar verilir ve onaylanır. Konan ödül ise Akif’in talebiyle “Darulmesai”ye (yoksul kadın ve çocuklara iş öğretmek ve onları iş sahibi yapmak için kurulan müessese) verilir.
Bayrak, vatan, millet, halk, özgürlük, sancak, din, iman, ezan, şehadet, kültür, tarih, amaç birliği gibi kavramlar, milletimizi var eden ve millet olma bilincine yükselten değerlerdir. Milletimizin varlığını devam ettirmesinde güçlü etkileri olan bu değerler, M . Akif tarafından derin hislerle yazdığı şiire aktarılır. M. Akif şiirinde Hira’yı yâd ederek “korkma” sâdâsıyla imanlı yüreklere seslenir. Onlara imandan gelen bir gücü, umudu ve başarıyı müjdeler. Hakka boyun eğen milletlerin istiklâl ve istikbal sahibi olacağını ifade eder. “Doğduğumdan beri aşığım istiklâle” düşüncesinde olan Akif, bağımsız yaşamanın onurlu ve nefes gibi bir ihtiyacın gereği olarak telakki eder. “Sen şehid oğlusun” diyerek, nesle atasının kim olduğunu hatırlatmak ister ve hafîdleri (torunları) bu değere sahip olmaya yönlendirir.
Dönemin koşullarını, vatanın içinde bulunduğu şartları bizlere hatırlatan marş, Akif’e “Allah bu millete bir daha milli marş yazdırmasın!” niyazını söyletir. Akif, milletine olan derin saygısının ve bağlılığının gereği olarak bu marşı “Safahat” adlı eserine almaz, “O benim milletimindir, benim değildir.” der. Edebiyatımızın kudretli şairi olan Akif, iman dolu yüreğinde Allah’ın bu inançlı millete zafer vereceğine dair tam bir güven içindedir.
İyi bir din eğitimi de alan Akif, dini konularda da söz sahibi ve otoriterdir. Dini alanda birikiminden istifade edilmek istenir. 1925’te Kur’an tercümesi yapması teklif edilir Akif’e. Uzun bir müddet düşünür, dini ve ilmi sorumluluğunun kritiğini yapar. Tercüme yerine “meal” denilmesi ve yapacağı ilmi çalışmanın Elmalı M. Hamdi Yazır’ın tefsiriyle birlikte basılması şartıyla bu teklifi kabul eder. 1926-1929 yılları arasında yoğun bir mesai harcar ve bu tercümeyi bitirir. Fakat vefatına kadar bunun üzerinde çalışmaya devam eder. Ezanın “kanun” zoruyla Türkçe olarak okunması Akif’i sarsar, tereddüde sevk eder. Namazın da devlet zoruyla Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini ve korkusunu taşır. Anlaşmayı ve çalışmayı sonlandırır. Avans olarak aldığı meblağı geri verir. Çalışmasını teslim etmez. Bir süre sonra hastalanır, Mısır’dan Türkiye’ye gelir. Mısır’a dönmediği takdirde tercümesinin imha edilmesini vasiyet eder. Bu vasiyeti daha sonra yerine getirilir. Hazırladığı tercüme metinleri vasiyeti gereği imha edilir.
Mısır’da yaşadığı geçim sıkıntısı, eşinin amansız rahatsızlığı, çocuklarını arzu ettiği biçimde yetiştirememesi, vatan hasreti ve İslâm âleminin içinde olduğu perişanlık hassas yürekli Akif’i derin biçimde etkiler. Tarihler 1935’i gösterirken fikrin çileli yüreklisi Akif rahatsızlanır. Hava değişimi için önce Lübnan’a, oradan da Antakya’ya gider. Hastalığı gittikçe ağırlaşır. 17 Haziran 1936’da hasretini çektiği İstanbul’a döner. İstanbul’da tedavi görür. Sancılı günler ve geceler geçirir. 27 Aralık 1936’da vefat eder. Tüm acılarını, sevgilerini, umutlarını, başarılarını, pişmanlıklarını arkada bırakarak geçici konağından ayrılır. Vatan ve millet için çalışan ve bu uğurda yoksulluğu göze alan ve derin bir vatansever olan Akif, milletin her bir ferdinin çalışkan olmasını arzular. “Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır.” Öğüdünü taze dimağlara miras bırakır ve milletin fertlerinden bu arzusunu yârine getirmelerini temenni eder. Bu da Asım’ın nesline sahip olmakla olacağını, ahlâklı, erdemli, ilmi ve dini fikirli bir oluşumla var olabileceğini belirtir Akif.
Bizi yazıldığı dönemin atmosferine götüren milli marşımız, o dönemin koşulları göz önünde bulundurularak törenlerde büyük bir saygıyla ve derin bir duyguyla okunur. Bize tarihimizi, ecdadımızı ve kültürümüzü hatırlatır. Mazimizi anlatır ve geleceğimizin inşasında ibretli perspektifler sunar bize.
M. Akif Ersoy’un yazdığı, kahraman ve cesur milletimizin vatan sevgisini, imanlı direnişini, onurlu mücadelesini ve istikbâlini vurguladığı “İstiklâl Marşı”mızın kabulünün 104. yıl dönümünü kutlu olsun. Bugünün vesilesiyle merhum M. Akif’i ve tüm şehidlerimizi rahmetle, şükranla ve minnetle yâd ediyorum.
Ahmet HAMŞİ